Bir çok yüzyılda kullanılmış ve kullanılmaya devam eden kelimelerden bazılarını sizlerle paylaşıp sizlerinde düşünce dünyanızda yeni ufuklar belirmesini istiyoruz. Daha nice fantastik kelimelerde buluşmak üzere sağlıcakla kalın.
Önceden görüp düşünen. Tedbirli. Her şeyin ilerisini evvelden mülahaza eden.İlerisini düşünen.
Örnek Cümleler:
- Her kavmin ukalâ-yı dûrendîşi bu mütâlaalarda müttehidü’l-efkârdır (Ziyâ Paşa).
- Bu bir ihtiyârî hicret olacak. İhtiyârî bir hicreti ise insanlar ne kadar dûrendiş olurlarsa olsunlar yine tereddütle, batâetle göze aldırırlar (Yahyâ Kemal).
1)Ateş alevi, alev, yalım
Şu’le-i âfâk-gîrimden sakınsın kâinat (Leskofçalı Gālib).
Âgūş-ı şu’leye atılır intihar eder (Hüseyin Sîret).
2)Işık, parıltı
Bir şu’lesi var ki şem’-i cânın / Fânûsuna sığmaz âsumânın (Şeyh Gālib).
Sanki karanlıklar içinde süzülmüş, son şûleleri ufukta teressüp etmişti (Rûşen E. Ünaydın).
Sönerken dağlarda günün şûlesi (Orhan S. Orhon).
1) Birbirine tâbi olan, birbiri ardınca giden.
2) dilb. Yazılışları ayrı, anlamları bir olan (kelimeler), eş anlamlı, sinonim.
Müterâdif sözlerden / Türkçesini almalı (Ziyâ Gökalp).
1) Yüz, güzel yüz, çehre
Dedim kimdi bu şîven-gâhı pür-nûr eyleyen dîdâr (Hüseyin Sîret)
Dîdâr-ı fahr-ı âlemi görmekti gāyesi / Gark-ı huşû çıktı huzûr-ı risâlete (Yahyâ Kemal).
2) Görünüş, tecelli
Müncelî oldukça Tûr-ı sîneden dîdâr-ı feyz / Şu’le-râz-ı hayret eyler âlemi envâr-ı feyz (Leskofçalı Gālib).
Dest-i lerzan: Titreyen el.
Meydân-ı harb lerzan ve nâlân bir mâbed-i tevhîd oluyor (Cenap Şahâbeddin).
2) Sâkin, sessiz:
Karanlık gecelerde denizlerde balık, kürek gibi şeylerin veya yüzen birinin hareketi sonucunda meydana gelen gümüş gibi parıltı:
Dilhun etmek: Çok kederlendirmek, kan ağlatmak:
2) Usanma, bıkma, usanç, melâlet:
● Melâl-âver : Usanç veren, usandıran, bıktıran:
1) Hasret çekme:
2) Çok istenen ve ele geçirilemeyen bir şey için yanıp yakılma, esef etme:
Lerzan etmek: Titretmek: Ederdi darbe-i serdiyle camları lerzan (Hüseyin Sîret).
Lerzan olmak: Titremek: Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzan / Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek (Yavuz Sultan Selim).
Çektikçe tîğ-i çeşmini uşşâka Cibrîl / Tâ arşa bîm-i cân ile lerzân olup gider (Leskofçalı Gālib)
Dil havf ile olmasın mı lerzan (Muallim Nâci).
1) Sıkıntı ve üzüntülerden uzak, dağdağasız, gāilesiz, rahat, huzurlu:
Kanâat mülkün ancak fitneden âsûde gördüm ben (Fıtnat Hanım).
Hased o rinde ki âsûdedir mezârında (Muallim Nâci).
İnsanları şen, bacaları âsûde tüter / Ne güzel bir dünyam vardır (Câhit S. Tarancı).
2) Sâkin, sessiz:
Melâl-i rûhumu âsûde dalgalar avutur (Hüseyin Sîret).
Ben uyurken yatakta âsûde / Dumanlı camları örtmüş birer beyaz perde (Orhan S. Orhon).
Gönül bir bütün zâr u nâlânıdır / Ki aşk ehli hep mest ü hayrânıdır (Rûhî-i Bağdâdî).
Yanar Niyâzî derd ile hîç kimse yok hâlin bile / Nâlân olup girdi yola âh rihletâ vâh rihletâ (Niyâzî-i Mısrî).
Eylese te’sîr dûzah nâr-ı hicrânın gibi / Ehl-i mahşer mahv olur uşşâk-ı nâlânın gibi (Leskofçalı Gālib).
Küreklerin karanlık sulardan yaptığı yakamozları dalgın bir sükût içinde seyrederek düşünüyordum (Reşat N. Güntekin).
Boğaziçi sularında olduğu gibi yer yer yakamozlar peydah oldu (Refik H. Karay).
Yetişkin kızlar da iç çamaşırları ile denize giriyorlar. Yakamozlar ateş böcekleri gibi yanıp sönüyor (Mâlik Aksel).
Sen ey şeb-hîz-i deryâdil ne beklersin tek ü tenhâ (Hüseyin Sîret).
IV. Mehmed devrinin kibar, açık sözlü, deryâdil, tiryâki, keyif verici maddelere düşkün, müsâmahalı ve akıllı şeyhülislâmı Bahâyî Efendi’de Yahyâ Efendi’ye benzeyen birçok çizgiyi bulmak mümkündür (Ahmet H. Tanpınar).
Babamla berâber oldukları zaman, bu deryâdil ve bolâhenk iki İstanbul efendisinin karşılıklı konuşmalarını tâkip etmenin ayrı bir çeşnisi vardı (Sâmiha Ayverdi).
Leşker-i mağlûb dilhun cünd-i gālib bî-huzûr (Muallim Nâci). Ne zaman kıbleye dönsem dilhun / Seni bir mahfede pûyan görürüm (Tevfik Fikret).
Dilhun etmek: Çok kederlendirmek, kan ağlatmak:
Bu vefat sizi dilhun ve müteessir etmiş olabilirdi (Reşat N. Güntekin).
Dilhun olmak: İçi kan ağlamak:
Dil âlemi istiyor diğergûn / Olsun diyorum ne varsa dilhun (Abdülhak Hâmit).
Ben Yahyâ Kemal’e, yılın şâiri îlân edildiği zaman 3500 lira para verildiğini işiterek dilhun olmuştum (Burhan Felek).
Gönlü kendine bağlamış olan kimse, sevgili:
Âşıkam ol dildâra / Bülbülem şol gülzâra / Seni sevmeyen nâra / Yansın yâ Resûlallah (Âşık Yûnus).
Geçip dildâra yâr olmak dilersen müddeâlardan / Seni yârından ağyâr eyleyen bu müddeâlardır (Fuzûlî).
Bakmayın bağda fevvâreye dildâra bakın (Muallim Nâci).
1) Hüzün, keder:
Sürûr içinde dahi bir melâl hissederim (Muallim Nâci).
Cefâsı bile lezzet, sükûnu bile cidal, neşesi bile melâl kılıklı Anadolu!… (Rûşen E. Ünaydın).
Orada sevinç ve melâl birlikte duyulur (Yahyâ Kemal).
2) Usanma, bıkma, usanç, melâlet:
Gel ey hümâ-yı emel kûy-i yâre pervâz et / Bu dâm u dâneden artık melâl gelmedi mi (Hersekli Ârif Hikmet’ten).
● Melâl-âver : Usanç veren, usandıran, bıktıran:
Evet bu hiss-i merâk / Verirdi aşkıma bir hadşe-i melâl-âver (Tevfik Fikret).
Ârifin bir cenneti var âlem-i dünyâda kim / Âhiret cennâtına aslâ tahassür eylemez (Aziz Mahmud Hüdâyî).
Etsem nazar, artıyor tahassür / Gāib kalır eylesem tefekkür (Abdülhak Hâmit).
Gözlerinde hafif bir tahassür ve rikkat sezer gibi oldum (Reşat N. Güntekin).
2) Çok istenen ve ele geçirilemeyen bir şey için yanıp yakılma, esef etme:
Ben sende tahassürlerimi hep avuturdum (Hüseyin Sîret).
Ben kalender-meşrebim güzel çirkin aramam (Kanto).
Uğurluluk, kutluluk, saâdet, bereket:
Hudâ göstermesin yoksa mizâc-ı ayşi telh eyler
Mücerrebdir rakîbin meymenet yoktur kudûmunda (Nâbî’den).
0 Yorumlar