BHDRGRFT

10/recent/ticker-posts

BU KELİMELERİ HİÇ DUYDUNUZ MU ?




  Kin ve düşmanlığı örtüp zâhiren dost gibi davranma, iyi geçinme,   güler yüzle idâre etme

 Yakın komşu kâfirlerle gāyet müdârâya başladı (Âşıkpaşazâde). 

 Dem-i adlinde oldu vaz’-ı nâ-hemvârdan fâriğ / Sipihrin kârı şimdi   erbâb-ı dile müdârâdır (Fıtnat Hanım). 

 Meşrû sûrette yapılan müdârâ memduhtur, muvaffakiyete sebeptir.   Bir hadis-i şerifte, “Nâsa müdârâ bir sadakadır”   buyurulmuştur (Ömer N. Bilmen).




  Zenginliği hâlinden anlaşılan kerli ferli kimse
 
  Aşçısı ile, uşağı ile bir kalantor hayâtı sürüyordu. 
  (Refî C. Ulunay) 

  Kalantor, şişman, temiz giyimli, bomba yanaklı, mebus veya       müteahhit, kıravatlı bir adam. (Sait Fâik)
 
  Kalantor görünen diğer bir yolcu ise faytona binmişti. 




  Bir şeyi hatırlatmak veya herhangi bir konuda uyarıda bulunmak     maksadıyla yazılan yazı.

  Ahmed Vefik Paşa merhum Paris sefîri iken züvvâra sefârette hüsn-i muâmele olunmadığı Bâbıâlî’ye aksetmekle yazılan muhtıraya müşârünileyh şöyle cevap yazmış (Fâik Reşat). 

  Gazete mümessilleri Vakit Matbaası’nda toplanarak Paris’te bulunan Wilson’a bir muhtıra gördermeye karar verdiler (Hâlide E. Adıvar).






  
 Bir şeyin görünür duruma geldiği, göründüğü, açığa çıktığı, zâhir olduğu yer veya kimse, tecellî yeri:
 
 Muzhir-i Hak mazhar-ı envâr idi / Cümle lutf-ı Hak özünde var idi (Süleyman Çelebi). 

 Atâ-yı Hakk’a sensin mazhar-ı hâs (Şemseddin Sivâsî). 

 Çocuk sevgi demektir sevgili Zeynep; çocuk sevginin en saf mazharıdır (Ahmet Selim).

   Ulaşan, erişen, nâil olan: 

Sevgisine mazhar her şey ve herkes bu nişana sâhip olur (Ahmet H. Tanpınar).

 

  “Aldanmış” Kendini beğenen, böbürlenen, kibirli, gururlu, mutaazzım: 

  Mütevâzi olmadığı gibi asla mağrur ve mütekebbir de değildi (Ömer Seyfeddin). 

  Birincisi ne kadar mağrur ise öbürü o kadar yılışık… 
(Yusuf Z. Ortaç). 

  Ben hep bu dağın şöyle bir gördüğüm mağrur ve dumanlı başını düşünmüştüm (Ahmet H. Tanpınar).




   Eskiden büyük devlet adamlarının, zenginlerin işlerini gören kimse, kâhya: 

  Karşısında diz çökmüş kethüdâsının anlattıklarını dinliyor (Ömer Seyfeddin). 

  Sadrâzam, o akşam kethüdâsını Muhsin Çelebi’nin Üsküdar’daki evine gönderdi (Ömer Seyfeddin).




  Görülmemiş, eşi benzeri olmayan: 

  Sevdiğimin etrâfına yeryüzünün bütün tılısımlı güzelliklerini, nâdîde kıymetlerini yağdırmak istedim (Safiye Erol). 

  Bu nâdîde yemeği her lokmada artan bir lezzetle yedik (Yusuf Z. Ortaç).



   Dik başlı, dik kafalı, inatçı, itâatsiz (kimse), isyankâr: 

  Ukde-i hâtırı biz halle şitâb ettikçe / O büt-i serkeşin ebrûları pür-çîn oldu (Nedim’den). 

  Bilirim serkeş olur âşıka ol serv-i revan (Enderunlu Vâsıf). 

  Dalgın, serkeş, beceriksiz, acemi, ehliyetsiz şoför sokaklarımızda tümen tümen dolaştığı için de sabahtan akşama kadar bu cafcafları dinler dururuz (Hamdi Varoğlu).



   Çiy: 

  İntizârım sanadır subha dek ey mihr-i münîr / Berg-i hâtırda olan şebnem-i ümmîd gibi (Nâilî). 

  Gözleri şebnemler içinde kalmış benefşeleri andırıyordu (Sâmipaşazâde Sezâî). 

  Şebnem gibi doğ ve öl / Yıldızlı bir gecede (Necip F. Kısakürek).


 Bir şeyin içine gömülme, içine dalma, garkolma: 

 Dînin sırrî derinliklerine istiğrak ederek orada lâhûtî vecitler yaşamazlardı (Ömer Seyfeddin).

  Dalgınlık: 

Bak ne istiğrâka sevk etti beni / Göz yaşı zanneyliyor çeşmim seni (Muallim Nâci). 

Bakışlarında hüveydâ hazin bir istiğrak (Tevfik Fikret).




  Güz, sonbahar: 

  Devri şaşırdın mı nedir ey zaman / Fasl-ı bahârında bu hükm-i   hazan (Muallim Nâci). 

  Bir gamlı hazânın seherinde / Isrâra ne hâcet yine bülbül / Bil   kalbimizin bahçelerinde / Can verdi senin söylediğin gül 
 (Ahmet Hâşim).



  Törpü: 

  Sûhan-veş olma âyîne-veş sâf-meşreb ol (Nâbî).

 ѻ Sûhân-ı ruh: “Ruh törpüsü” Can sıkan, rûha sıkıntı veren şey, ömür törpüsü: 

Harekât-ı nâ-hemvarları mesâbe-i sûhân-ı ruh ve kelimât-ı pür-âzarları müşâbih-i emvâc-ı tûfân-ı Nuh… (Fuzûlî’den).



 Küçük görme, hafif bulma, küçümseme, hor görme: 

Murat istihfafla dişlerini gıcırdattı (Mahmut Yesâri). 

Benden yaşça büyük olduğu halde onun küçükken bebekleriyle oynamasını ben istihfafla seyrederdim (Peyâmi Safâ). 

Meselâ izinli olduğumuz günlerde sokaklarda oynayan çocukları gördükçe istihfaf ediyordum (Ahmet Râsim).


Halka gibi dürülmüş şey, kıvrım: 

“Kaymak lülesi.” “Saç lülesi.”

 (Saç için) Kıvrım: Nâlân, uzun kesilmiş saçlarımın lülelerini parmaklarına dolayarak oynuyordu (Kerîme Nâdir). 


 Karşılıklı olma durumu: 

Milletler arası münâsebetleri tanzim eden en mühim husus mütekābiliyet prensibidir (Ergun Göze).



 Dolandırıcılık.

 Hîle, tuzak: 

Ayağımızla tuzağa düşmüşüz. Şimdi tam ketenperedeyiz demek ki… (Câhit Kayra’dan). 

A. B. D. bizim millî isteklerimizi bu kadar kolay kabul etmemeliydi, yoksa yine ketenpereye mi getirildik? (Ergun Göze).




Yetkili bir kimsenin belli bir konuda yayın yoluyle yaptığı açıklama, resmî olarak verilen îzâhat, demeç.

ѻ Beyânat vermek (Beyânatta bulunmak):
 Belli bir konu üzerinde herkese açıklama yapmak, demeç vermek: 

Gazetelere bilvâsıta verdiği beyânatta… (Ahmet Hâşim).



Küçük tâne, buğday, arpa vb. tahıl tânesi.

 En ufak şey, zerre: 

Lâkin kimsenin bir habbesine göz dikmemiş (Ahmed Midhat Efendi). 

Bugün ağzıma habbe koymadım (Ahmed Midhat Efendi). 

İşler dürüst, ehil ve tecrübe sâhibi kimselere tevcih olunup bir habbe rüşvet alınmaz (Sâmiha Ayverdi).


Başkent, başşehir, merkez-i hükûmet: 

Mezbûrun pâyitahta gelmezden önce ve sonra nice mûteber gazâları vardır (Kâtip Çelebi’den). 

Pâyitahtın karışık sokakları bugün çok kalabalıktı (Ömer Seyfeddin). 

Şık Avrupa pâyitahtlarında zarif bir diplomat (Reşat N. Güntekin).



Alaylı anlatım, mizah.





  KELİMELERİN ARAŞTIRILMASINDA VE ANLAMLARININ , ÖRNEK CÜMLELERİN KAYNAĞI OLAN KUBBEALTI   LUGATİNDAN İSTİFADE EDİLMİŞTİR.




Yorum Gönder

0 Yorumlar